9 Ekim 2018 Salı

nebulousness


koşuyorum. durmadan. nefesim kesiliyor ama durmuyorum. saç diplerimden çeneme kadar süzülen ter damlacıkları kadar hızlı koşuyorum. bir şeyden kaçtığım için değil sadece kendimi kovalıyorum. yakalayamayacağım kesin. bile bile koşuyorum. biliyorum ki durursam ölürüm. bünyem iflas eder, benliğinde kaybolur ruhum. karmaşık bir şey yok dediğim her saniye dizlerim topuklarıma doğru erimeye başlıyor. hissisleşmek bir bedenin bütününde, çakmakla yakmak ruhunu. bulut kadar hafif ruhun hemen tutuşur sanırsın küçük bir ateşle ama hayır. ruhuna çaktığın her ateş, sürekli sönen sigaran olur. bedenin her nefeste ruhunu yeniden tutuşturur. ruhunun bedeninin içinde kül olması, bozulmuş bir yemekten farksızdır. uzaktan baktığında taze görünür ama yaklaştığında koşarak uzaklaşırsın. boş gözlerle baktığın dolu düşünceler. içinin küflenmesi. gözlerimden içimi göremezsen nerden anlarsın ki küflendiğimi? yeterince bakmassan derine, nasıl yüzmeyi öğrenebilirsin ki bedenimde? benim ruhum küflenmiş, yıllardır buzdolabının kör noktasında unuttugun yemek gibi. istersin ki bir kara delik açılıp onu yutsun. ben de isterdim geçmiş, ruhumu yutsun. hiçbir şey hissetmemeyim. içim bulanmasın düşüncelerle. isterim ki geçmişi hatırlamıyım hatta yaşadığım her şey yarın sabah uyandığımda silinsin ama film mi sanki yaşadığımız hayat? kendi seneryonu kendin yazıyorsun hem de üstelik birde kendin çekiyorsun. tek problemi film bittiğinde açıpta izleyemiyorsun. çünkü filmi sonu ölümle sonlanıyor. her son gibi. son kelimesi ölüm demek. ölüm demek ise korku demek. korkmaktan korkmak demek. duygusallık demek. üzülmek demek. kayıkla engin denizlere açılıp, kocaman dalgalarla boğulmak demek. nefestir ölüm. oksijendir. eksikliktir ölüm. sonsuzluktur. koca bir uzaydır. boşluktur içindeki. eksikliğindir. hissisleşmektir ölüm. içinin küflenmesidir. ruhunun küflenmesi, ruhunun bedenini çürütmesidir. haksızlıktır ölüm, yaşama yapılmış en büyük haksızlık. tutunamadığın koltuk değneğidir. ölüme insan tutunmak ister mi ki? yürüyemediğin her saniye koşmak için çabalamak mıdır tutunmak? neye tutunuyorsun ki? gerçekten koltuk değneğine mi? salak olma, ölüme tutunduğun her dakika yaşamından bir papatya koparmış oluyorsun. yapma. geldiysek bu dünyaya ölümü en güzel şekilde anmalıyız. üzmesin seni ölüm korkutmasın çünkü biliyorsun ki en güzel insanlar ölüm yolunu seçmiş insanlardır. ölüm bir seçim midir onlar için yoksa yaşamak mı bir seçim? belkide ölmek onlar için yeni bir yaşamdır. ama geride kalanlar? onları da yeni bir yaşam bulucak mı mesela ölüm?

26 Temmuz 2018 Perşembe

home



sabah güneşi mutfağın dolaplarına vuruyordu. uçuşan tozlar çayımın içerisine girmesin diye üfledim. bana baktı ve çay çok mu sıcak geldi? diye sordu ben de gülümsedim ve hayır teşekkür ederim çok uğraşmışsın dedim mütevazi bir ses tonuyla. sonra sesi kısık bir playlistle kahvaltı yapmaya başladık. film ve müzik konuşuyorduk. çoğunlukla sabahları bir önceki akşam izlediğimiz filmin kritiğini yapardık. daha sonra ben onun derinlemesine eleştiri yapmasını bölüp heyecanla soundtracklerinden bahsederdim. ben biraz daha çok filmde müziklere takılırken o daha çok filmin içeriğine ve çekim tekniklerine kafa yorardı. ikimizde aynı anda çayımızın son yudumlarını aldık. gözlerimiz, muhabbetin bittiğini bu hareketten anlamıştı. birden muhabbetimiz kesilmiş sadece birbirimize bakıyorduk. sonra kalktı ve yanıma oturdu. ellerini dizime koydu, elleri o kadar damarlıydı ki bütün damarlarına tek tek basıp çalan şarkının ritmine uyum sağlıyordum. gülümsedi. hep bu hareketim onu gıdıkladığını söylerdi. gene gülümsedi. ben gülümsemesini çok sevdiğimdenmidir bilmem bir türlü duramadım. sonra elimi tuttu ve gitmek zorunda mısın? dedi. ben de elimle saçlarımı kulağımın arkasına alarak cevap vermek için zaman kazanıyordum. çoğunlukla da bu hareketi gergin olduğumda yapardım. kısık bir sesle bunu konuşmak için çok erken, hadi ben bize bir bardak daha çay koyayım dedim ve yerimden kalktım. çay koyarken bir insan ne düşünmesi gerekir bilmem ama ben dünyalar kadar düşünceye dalmıştım ki çay bardağı taşınca kendime geldim. ki buna sakarlığımda eklenince bütün tezgah çay gölüne dönmüştü. sonra belime sardı damarlı ellerini, çenesini de omzuma koydu ve gülmeye başladı. boşver gel çay içmesekte olur hadi salona geçelim. belki biraz bon iver dinleriz.

23 Haziran 2018 Cumartesi

routine


Kedimin ayak başparmağımı ısırmasıyla uyandım. Genelde bu onun uyandırma şekliydi. Sonra mırlamaya başladı. Kedimin mırlaması beni huzurlandıran şeylerden bir tanesiydi. Yatağımdan kalktım ve günün ilk sigarasını kahvemle şenlendirdim. Evet günlük rutinlerimden biriydi bu. Kendime geldiğimi kahvem bitince anladım ve üstüme rahat birşeyler giydim çünkü dışarı çıkacaktım. Evden çıkmadan önce çöp kovasından dışarı taşan çöpleri toparlayıp sokak kapımın önüne koydum. Daha sonra kedimin tualetini temizledim. Mamasını ve suyunu kontrol ettikten sonra kedimi öpüp evden dışarı çıktım. Kulaklığımı taktım ve playlistimi açtım. Çalan ilk şarkı Angus and Julia Stone'dan Nothings Else di. Hava hafif ılık olduğu için Beşiktaşa yürümeyi tercih ettim. Yolda yürürken bu şarkı beni çok etkilemiş olacak ki döngüye aldım. Sanırım yol boyunca aynı şarkıyı dinledim. Evet çoğunlukla gün içerisinde bir şarkıya kafayı çok takarsam saatlerce dinlerim. Beşiktaşa vardığımda sürekli gittiğim kahvecime uğradım. İçeri girdiğimde selamımı verdim ve boş bulduğum bir masaya oturdum. "Ice americano değil mi?" dedi bende gülümsedim ve "Evet." dedim. Orada çalışan arkadaşımla biraz muhabbet ettikten sonra kulaklığımı geri taktım. Normalde böyle yapmazdım çünkü güzel müzik çalan bir dükkandı ama ben bu şarkıya kafayı taktığım için vücudum her dinlemediğim dakika yoksunluğunu hissediyordu. Derin bir nefes çektim sigaramdan ve yolda yürüyen insanları izledim. Kafamda birsürü seneryo geçiyordu. Yolda yürüyen insanları çoktan o seneryoma oyuncu olarak almıştım bile. Sonra çantamdan bir defter ve kalem çıkardım. Canım bir şeyler çizmek istiyordu ve çizdim de. Bu şarkıyı dinlerken ne hissediyorsam çizdim. Kulaklığımdan birini kulağımdan çıkardım ve yolda yürüyen insanların tek cümlelik ya da tek kelimelik konuşmalarını not aldım ve onlarla anlamlı ya da anlamsız cümleler kurdum. Bazıları cidden komik oldu ama bazıları ise biraz duygusaldı. Yani bana çoğu şey çok duygusal geldiği için sanırım. Tek başıma dışarı çıktığımda böyle şeyler yapmayı çok seviyordum. Kahvemin bittiğini anladığımda bir fincan çay istedim. O an çay içerken daha çok sigara tükettiğimi öğrendim. Nedenini bilmiyordum. Oturmaktan yorulan popom bel kemiğime bağırıyordu. Sonra bu serzenişte dayanamayan bedenim bir anda yerinden kalktı ve hesabı ödeyip "Görüşürüz, kendinize iyi bakın." diyerek oradan ayrıldı. Kadıköy'e giden vapur iskelesine doğru yürüdüm. Vapuru beklerken sigaramı sardım ve yaktım. Tam o anda yağmur çiselemeye başladı. Yağmur çiselemesine bayılırım. Yaz yağmurlarına da bayılırım. Genel olarak yağmuru çok severim. Çünkü yaydığı o boğuk ses ve serinliği beni rahatlatır. Neyse vapura bindim ve dışarıya oturdum. Ha bu arada şarkı hala çalmaya devam ediyordu. Yağmurlu havalarda vapuru daha çok seviyordum. 20 dk boyunca denizi izleyerek bu şarkıyla kafamı hayallerle dolduruyordum. Daha sonra Kadıköy'e vardım ve birden güneş açtı. Yaz mevsimi işte. Moda'ya doğru yürümeye başladım. Yolda yürüken bir tekelde durup bir şişe şarap aldım ve Moda Sahilinde bir şişe şarabı gün batımı ile birlikte devirdim. Sanırım bu kadardı çünkü birazdan geriye yaslanıp parıldıyan yıldızları izleyeceğim ve nemli toprağın kokusunu içime çekeceğim. Görüşürüz.

15 Haziran 2018 Cuma

sepia



ellerimi tuttu. sanki bir anda bütün hissettim kendimi. tamamlamış. saatlerce balkonda sarılıp incecik yağan yağmuru ve bulutların birbiriyle dansını izledik. arkada damien rice'ın en sevdiğim albümü "O" çalıyordu. böyle havalarda içimi ısıtan bir kadeh şarap gibi geliyordu sesi bana. narin, üzgün, kırgın ve masum. sesi ılık havalarda üstüne aldığın pike gibi. seni sarıp sarmalıyor ve huzurlu hissettiriyor. kafamda böyle birkaç düşünce dolaşıyordu sonra birden the blower's daughter çalmaya başladı. düşüncelerim buharlaştı ve soluma döndüm. bana bakıyordu ve gülümsedi. neden birbirimize bakıp gülümsüyorduk bilmiyorum. neden saatlerce yağan yağmuru izlediğimizi de bilmiyordum. neden hiç konuşmadığımızı da. bazen yanında senin gibi hisseden biri olması insanı güvende hissettirir. konuşmadan saatlerce aynı ruh haline sahip olduğun birini. seninle saatlerce konuşup çık şu ruh halinden hayat üzülmek için kısa klişelerinden bahsetmeyen birini. sadece ve sadece bulunduğun ruh halini anlayan birinin olması sizce de güzel değil mi? herkesin aradığı şey de bunlara benzer değilmidir ki? bilmem. neyse sanırım hava durumu beni fazlasıyla etkiliyor. şimdi bu huzurlu hayalimin sonsuzluğunda şimşekler ve cama vuran damla sesleri ile uyuya kalmayı planlıyorum. damien rice'a back vocal yapan rüzgar uğultusuna sonsuz teşekkürler.

12 Haziran 2018 Salı

jeu


sonbahar mevsimiydi. güney de bir küçük kasabada denizin kenarında bir bankta oturuyordu. sonbahar en sevdiğidi mevsimdi çünkü hava hep kapalı ve yağmurlu oluyordu. derin bir nefes alıp havanın ıslaklığını içine çekmişti. gözyaşlarıyla birlikte yağan yağmur içine hüzün dolduruyordu. baktı saatlerce baktı dalgalara, sahile her vuruşlarında gözlerini kırptı. dikkatini dağıtmak için yaptığı sıradan oyunlardan biriydi bu. üstünde ananesinin ona hediye ettiği yeşil palto ve lastik botlarıyla öylece tek başına upuzun sahili izliyordu. kendi kendine şarkı mırıldanmaya başladı. genelde gergin olduğunda rahatlamak için yapardı bunu. acaba neden gergindi ki? bacaklarını titretmeye başladı, mırıldandığı şarkıya ritm tutuyordu. gün çoktan bitmişti bulutlardan gözükmeyen güneş çoktan görevini ay'a devretmişti. hava koyu griye dönmüştü. işte tam bunu fark ettiğinde sustu ve sahile doğru yürüdü. kendi etrafında dönmeye başladı. eline bir kamera alıp kendini ve çevresini çekmeye başladı. ve arkada bu şarkı çalıyordu. biraz sevindi. güldü. gülerken o kadar ağzını açardı ki saçları dudaklarından kaçmaya çalışsa bile beceremezdi. sonra birden durdu ve kendini kumların üzerine attı. heh uzaktan biri beni izlemiyordur umarım diyip gülmeye devam etti. çoğunlukla haftada bir kaç kez bu aktivitesini yapardı. kendisiyle vakit geçirmeye bayılırdı ve bundan çokça keyif alırdı. sonra şu kelimeleri duydu ağzından, door, way, understand, remind, sidewalk, remember. bunu ard arda 7 kere tekrarladı. ve durdu. sevdiği şarkıların böyle oyunlarla beyninde yer edebilceğini ve hiç unutmayacağını sanırdı. çünkü güzel şarkıların her zaman beynin bir köşesinde şifrelenmesinden hoşlanırdı. kafasının içinde yankılanan bu şarkıyla sessiz bir dans etti rüzgarla çünkü kapanışını her zaman böyle yapmayı seçerdi. en sonunda denize karşı güzel bir selam verip oradan yavaşça kayboldu.

3 Nisan 2018 Salı

countdown


düşünceler midemi bulandırıyor ve gözlerimi ağrıtıyor. bugün kaç kere hapşurduğumu hatırlamıyorum. bahar gelince hep böyle olurum. gözlerim sürekli nemli, burnum palyaço burnu gibi olur. palyaço demişken, içim lunapark gibi fazlasıyla kalabalık ve korkunç. lunaparkları sevdiğim çok söylenemez. koca bir demir yığınından başka bir şey değil benim için. korkudan beslenen ve bundan keyif alan insanların bir arada bulunduğu yer. bense çok sevmem korku duygusunu. sürekli kaçar dururum. çünkü korku hissetmek istediğim en son duygu. ama dediğim gibi şuanda içim lunapark gibi ve fazlasıyla korku duygusundan beslenen insanlarla dolup taşıyor. peki nereye kadar kaçacaktım ki bu duygudan? eninde sonunda buldu beni tuttu yakamdan içime sindi. paranoyaklaştım, ürkek yavru kedi gibi bir sağa bir sola savruluyorum. arabalar üstüme üstüme geliyor, aldığım her nefesi ciğerime bata bata geri veriyorum. neyden korkuyorum? yaşamın gözümde bu denli flulaşması mı yoksa kafamın içindeki birden fazla düşüncemin kavgası mı beni korkutuyor. artık beynimin pes etmesini ve vücut fonksiyonlarımın durmasını istiyorum. bazen boşlukta süzülmek istersin ya şuan da gerçekten onu istiyorum. hiçbir şey yapmadan günlerce yatakta yatmayı ve düşünmeden bomboş duvarı izlemek istiyorum. yıllarca bastırdığım duygularım mı ayaklandı da korkmaya başladım. kendimi tanıyamıyorum gibi mi hissediyorum acaba? keşke dışarıdan kendime bakabilsem. oturup kendimle dertleşebilsem. karşılıklı bağrışsak, sarılıp ağlasak falan. neden kendimle anlaşmam bu denli zor? bir düşüncem diğerini kovalarken neden sürekli ayağı takılıp düşüyor ki? bazı yaşanmış olayları beynim kabul etmiyor. düşünmek istemiyor onların yaşanmış olabilme ihtimallerini. çünkü her düşündüğünde biliyor onun gerçek olduğunu ve korkuyor. gerçekleri duymak istemiyor ve bunun için kendini çok yoruyor. ve ben bu ikilemi neden beynime yaşatıyorum ki? nedir kendimle bu kavgam? bırak gerçekler gerçek kalsın, hayallerinde gerçeklerin üstünde yüzen kayık olsun. bırak içtiğin her sigara dumanı bulut olsun. bırak bedenin suyun içinde süzülsün. bırak gözlerini yağan yağmur olsun. bırak yanaklarını kum olsun. bırak dudaklarını dalgalansın. ve nolur bırak kendini gerçek olsun.

21 Mart 2018 Çarşamba

süzülmek


telefonun alarmı beynimi kemiriyordu. sürüne sürüne yataktan çıktım ve telefonu elime aldım. ilk işim alarmı susturmaktı. sonra telefonu yastığımın altına koydum ve tavana boş boş bakmaya başladım. tavana bakarken, geçen akşam ne kadar çok içtiğimi başımın ağrısından anlıyordum. ağzım o kadar kurumuştu ki dudaklarım birbirine yapmıştı. susuzluğumu geceden kalma bir kaç yudum şarabı içerek geçiştirdim. ayağa kalktığımda bilgisayarımın hala açık olduğunu ve kafasına göre şarkı çaldığını fark ettim. içimden kafasına göre diyordum ama çalan şarkı tom waits'ten pony di. ahhh sanırım tom waits, uyandığımda ilk dinleyeceğim şarkıcılardan biriydi. o ses, sabah ilk kalktığında söylediğin ilk cümle kadar kırışık ve kırık bir sesti. mutfağa doğru yürüdüm ve ketılın düğmesine bastım. sonra yüzümü yıkamak için tuvalete gittim. evimin her bir köşeşi i hope my pony, i hope my pony diye inliyordu. suyun kaynamasını ketılın tık sesi çıkarmasıyla anladım. hemen bir kahve koydum kendime ve oturdum koltuğuma. tom bağıra bağıra belkide fısıldaya fısıldaya söylüyordu bu şarkıyı ama o kadar etkilenmiştim ki ilk aldığım yudum ağzımı yakmıştı. ama o kadar uyuşmuştum ki hissetmemiştim bile o acıyı. pencereden vuran güneş ışığı evimin tozlarıyla dans ediyordu. düşündüm bolca düşündüm o dans eden toz parçacıklarını izlerken. sahi sabahları hep böyle mi oluyordum yoksa tom yüzünden mi böyle oldum? bütün geçmişim bir anda silindi. sıfırlandı beynim. sadece ama sadece tek derdim toz parçacıkları olmuştu. sonra bir üzüntü hissettim kaşlarımda daha sonra o üzüntü burnuma yansıdı, dudaklarım büzüştü ve en son gözlerim kendini ele verdi. göz pınarlarımdan dudaklarıma doğru bir kaç damla düştü. neler olduğunu anlamadım ilk başta. sonra ağladığımı anladım ama bir insan farkında olmadan ağlarmıydı ki? neden ellerim titremeye başladı. neler oluyordu bana? çıkardım tütünümü ve sigara sarmaya başladım. ellerim titriyordu ama önemli değildi bir çırpıda sardım sigarayı. yaktım günün ilk çakmağını ve belkide söndürecek olan ilk damla gözyaşlarım olacaktı sigarayı ama bunu umursamadım çünkü destek almak için o sigarayı içmem gerekiyordu. üflediğim ilk duman o toz parçacıklarına karıştı ve o kadar güzel dans ediyorlardı ki şaşkınlıkla izledim. sahi ben dün gece ne yaşamıştım? ne olmuştu? neden böyle küçük detaylara kafa yoruyordum? neden bu şarkı beni günün ilk saatlerinde bu kadar duygulandırmıştı? peki neden ben bunları şuanda yazıyorum. peki siz neden benim geçen gün ki yaşantımı okuyorsunuz? peki ben gene neden aynı sabahı yaşıyacağımı bile bile içmeye devam ediyordum. durmak istemiyorum. nolur beni durdurma çünkü ben böyle iyiyim. ben bir sabah uyanıp uzun süredir dinlemediğim tom waits üzerine ağlamak istiyorum. bir sebep isterseniz o sebebi bulamayacaksınız çünkü benim bile bilmediğim bir şeyi soruyorsunuz. harbi sen ne yazıyorsun buraya. mesela neden yazıyorsun. neden bilsinler ki senin sabah tom waits yüzünden ağladığını ya da ne bileyim senin kahveden yanan ağzını neden bilesinler ki? bilmem belkide kendimi böyle mi rahatlatıyordum? nolur bırak beni tutma kollarımdan çekiştirme, kendime getirmeye çalışma beni. bırak beni o toz parçacıkları ve sigara dumanında boğulayım. nolur zehirleme beni kirli düşüncelerinle. ben sadece sabah tom dinleyip biraz ağlamak istemiştim. lütfen beni tom'un sesindeki yalnızlıkta bırak. bırak ölümü düşüneyim. bırak 29 yaşında ölen abimi düşüneyim. bırak biraz bu hayatın ne kadar yaşanılmıycak ne kadar boktan olduğunu düşüneyim çünkü hayatımdaki en önemli desteğimi ben kaybettim. bırak beni boşlukta süzüleyim nolur.

11 Mart 2018 Pazar

blur


denizden çıkan üşümüş bedeni koşarak elimdeki havluya sarındı. üstündeki küçük deniz taneleri havanın sıcaklığından buharlaşırken heyecandan titreyen ellerim sigara dumanından anlaşılıyordu. çünkü genellikle senin yanındayken heyecanlanır, dilim düğümlenir sadece gözlerini izlerdim. uçan kuşların sesleriyle kafamda bu şarkıyı mırıldanırken, kirpiklerinden saçılan güneş ışınlarıyla güneşleniyordum. aslında bu kadar romantik değilimdir ben. sadece içimden konuşur, öyle dalardım gözlerinin kahverengliğine. hatta bazen gözlerini kaçırırdın, gülerdin ne bakıyorsun be şapşal? der gibi. evet artık mimiklerinden ne demek istediğini anlıyorum. konuşmadan dahi hissediyorum senin duygularını. kafayı mı yedim acaba? neden bu şarkı bana bunları düşündürüyor bilmiyorum. beirutun ağladığım tek şarkısı bu heralde ondan. böyle nefesini boynuma doğru üfledikten sonra içimin gıdıklanması gibi. durup dururken gözlerimin dolmasının sebebi bu şarkı. hayır alerjim değil tam olarak bu şarkı. şarkılara bu kadar anlam yüklemek. ımm evet en sevdiğim şey bu. kendi kendime konuştuğumu anlamış olacak ki düşünceli dudağıma bir öpücük kondurdu ve gülümsedi. hadi biraz yürüyelim dedi. bense küçülmüş göz bebeklerimi birden büyüterek cevap verdim ona. tuttu elimden kaldırdı beni kocaman bir gökyüzüne. deniz kıyılarını, tuz kokusunu, dalgaları, bulutların denize yansımasını ve akşam üstünün getirmiş olduğu pamuk şeker görünümlü bulutları çok sevdiğimi bildiği için her pazar günü beni buraya getirirdi. ayak izlerimizden ezilmiş kumları seyrederek yürüyordum. o ise benim aksime denizi seyrediyordu. biz çok diyalog kurmazdık.  yaklaşık yarım saat hiçbir şey konuşmadan yürüdük. ve artık güneş dağın arkasına saklanmıştı bile. hava hafiften koyulaşmış birazda soğumuştu. hadi gidelim dedim. çünkü akşamüstü araba seyahati en sevdiğim şeydi. arabaya bindik kemerimi taktım ve bu şarkıyı açtım. havanın turuncu ve pembeliğini izlerken bu şarkıyı kaçıncı başa sarışımdı bilmiyordum. ayağımı torpidonun üstündeki çıkıntıya koydum ve sesi biraz daha açtım. çıldırıcam çok seviyorum bu şarkıyı. gözlerim doluyor etraf birden flulaşıyor ve yanağımdan göğsüme düşen küçük tatlı tuzlu damlacıkları umursamıyordum. ilk defa ama ilk defa hiçbir şey hissetmeden ağlıyordum. neden ağladığımı bilmiyordum sadece ağlıyordum. umursamadan düşünmeden sadece ağlıyordum. bana ne yaptın? neye dönüştüm ben? duygularımı mı eritiyorsun? yada içimdeki kalan son damlaları mı temizliyorsun? ah yoksa bahar temizliğimi? ne diyorsun anlamıyorum. lanet olsun anlamıyorum ve neden bana bunu yaptığını bilmiyorum şarkı. resmen içinde kayboldum ve kendimi gözyaşlarıma teslim ettim. ama merak etme sanırım dalgalar ve ben akıntıya çoktan ulaştık.

4 Mart 2018 Pazar

daydreaming


kocaman bir papatya bahçesinde yürüyorum. vücudumun her hücresini ısıtan güneş kaz ayaklarımı kırıştırmaya devam ediyordu. gülümsüyordum çünkü kulağıma çalınan mızıka beni şımartıyordu. keyiflenmiştim, uzun süredir böyle hissetmiyordum. papatya kokuları eşliğinde elliott her zaman güzel giderdi, biliyordum. ve böyle sonsuz bir manzara karşılığında açacağım ilk şarkıda alphabet town olurdu. kendimi biliyordum, zevklerimi, hangi ortama hangi şarkının açılacağını artık kafama yerleştirmiştim. çünkü şarkılar benim için farklı farklı ortamlar demekti. elliott'un sesi çiçek gibi kokar, güneş gibi eser, rüzgar gibi ısıtırdı. kendi kendime konuşurken fark ettim ki bisiklet sürmekten yorulan ayaklarım çoktan kendilerini ayakkabı ızdırabından kurtarıp toprakla sevişmeye başlamıştı. hemen çantamdan mataramı çıkarıp bir yudum gin'imden aldım. evet gin en sevdiğim içkilerden biridir. aldığım o yudumdan sonra alevlenen boğazım ve ardından parmak uçlarıma kadar olan uyuşma hissi. özlemişim. insanlardan uzakta olup, sadece çiçeklerle konuşmayı. biliyorum sen de yapıyorsun. belki daha çok, belki daha az, belki de gerektiği kadar. saçlarıma dolanan papatya tanecikleri eşliğinde bulutları izlerken aklımdan dünya ne güzel gezegen diye geçiriyordum. acaba kırmızı elbisem de dünya kadar güzel bir gezegene yakışmışmıydı? beğendin mi beni bugün? biraz allıkta sürdüm pembe, aslında çok beceremem ama azıcıkta makyaj yaptım. işte ne yapayım bazen örgülü saçlarıma yakışacağını düşünürüm. ama senin kadar güzel bulutlarım yok benim. ya da birsürü yıldızlarım. göz kırpma bana bayılasım geliyor ve uyanmamak istiyorum. seninde duyguların var dimi. çakan şimşeklerin, çıkan hortumların ve durmak bilmeyen fırtınaların. en çokta seni sinirliyken seviyorum. sen bilmezsin belki ama yağmur en sevdiğim duygu durumun. kendime en yakın seni buluyorum. çokça da yıldızlarına dert yanıyor, doğan güneşine gülümsüyor, batan güneşine şımarıyorum. ama söyleme kimseye kar yağarken ki sessizliğin içimdeki çığlıkları durduran tek şey. ıhhıhım. elliott demiştik değil mi? kendi kendimi kaptırdım gene duramıyorum diye düşünürken göz kapaklarıma bir karaltı düşüyor. gözlerimi açtığımda tersten bana bakan bir yüz gülümseyerek kulağıma "show me around this alphabet town, show me around" diyor ve ben gene uykuya dalıyorum..

27 Şubat 2018 Salı

mist


soğuk. buz gibi ellerim. soğuktan o kadar çatlamış ki avuç içimden parmak uçlarıma kadar kıpkırmızı. ne kadar ısıtmaya çalışsam da ellerimi bir faydası yok. o kadar soğuk ki sigaramı bile saramıyorum. yoldan birini durdurup elleriniz sıcaksa bir sigara sarar mısınız diyesim geliyor. sonra diyorum ki neden yolda yürürken ayak uçlarına bakan insanları bu huzurlu anlarından mahrum bırakayım. ya da durdurup pardon aptal mısınız bu engin ve muhteşem gökyüzünü duymuyor musunuz çığlık atıyor baksanıza. ve o anda şarkı 2.15 inci dakikaya giriyor ve kendimi salıyorum. rüzgar yüzümü okşarken, soğuk vücudumu uyuşturmuşken hiçbir şey hissetmemenin vermiş olduğu huzurla kendimi salıyorum mavi çimlere. mavi ve yeşil birbiriyle aslında o kadarda yakıştırmadığım iki renk birden birbirine karışıyor. ama bu çok önemli değil çünkü artık şarkıyı döngüye alıyorum ve aldığım her nefes taneciğinde üflüyorum bütün griliği. çünkü neden olmasın. çünkü neden rüzgar gözlerimizi yaşartmasın. gözlerin dolu dolu olduğunda neden ekranın birden deniz gibi olmasın? bilmiyorum bilseydim eğer daha güzel tasvir edebilirdim. geri geri giden evler, yeşil bir çizgiymiş gibi görünen ağaçlar, beyaz yol çizgileri, buğulu camlar ve her seferinde netleşemeyen tünel ışıkları. otobüsün içindeki kokuşmuş ruhların nefeslerinden kendimi dışarı attım. beth'in sesiyle konuşurken, ayaklarımı ritme uydurmaya çalıştım. kesin dışardan komik duruyorumdur. ama hissedemeyeceksen neden dinlersin ki bir şarkıyı? birden gülümsedim çünkü parmak uçlarım karıncalandı. bir şey oldu hissediyorum. ısındım ruhum ısındı ruhumla bedenim arasındaki o ince boşluk titredi. titredi evet. hissettim, hissettim diyorum. uyuştum gözlerim büyüdü. bedenime giren o yabancı his ve kitleniş. daha önce hiç hissetmemişçesine bir korkaklık. kafamı karıştırıyor bu şarkı ve kaçıncı 2.15 inci saniyeden sonraki kayboluşum bilmiyorum ama bir günde ne kadar çok kaybolabiliyorsan o kadar kayboldum bu şarkıda. ve diyor ki and in my thoughts i have bled. uh bi saniye. şimdi soruyorum vahşi beyaz atlar beni alıp nereye götürecekler?